2.2 İnfodeminin Bireysel Belirleyicileri

Bilgi ekosistemimiz, internetin ve dijital platformların gelişmesiyle önemli değişiklikler geçirdi. Bilgiler geçmişe göre daha hızlı yayılıyor ve daha çok kişiye ulaşıyor. Bilginin hızlı yayılması ve kolay ulaşılır olması araştırmaların sonuçlarının ve bilimsel bilgilerin yaygınlaşması için fırsat sunarken birçok yanlış bilgiyle de karşılaşmamıza neden oluyor. Limon kürü koronavirüsü yok ediyor mu? Sumak suyu ya da çay koronavirüs hastalığını iyileştiriyor mu? Evde her odaya bütün soğan koymak ya kelle paça çorbası içmek bizleri koronavirüsten korur mu? Bu bilgilerin bilimsel dayanakları yok. Ancak hepimiz bu veya benzer bilgilerin özellikle de pandeminin ilk döneminde hızla yayıldığına şahit olduk. Çoğumuz koronavirüs ile ilgili gelişmeleri öğrenebilmek için televizyonda haberleri izledik, tartışmaları dinledik, sosyal medya platformlarında “karşımıza çıkan” bilgileri okuduk ve bunları ailemizle, arkadaşlarımızla veya sosyal medyada takipçilerimizle paylaştık. Hem kendimize hem de sevdiklerimize faydalı olabileceğini düşündüğümüz pek çok yanlış bilginin yayılmasında bizlerin de payı var. Böylesi bir kriz dönemi bilgi bolluğu yarattı, iyi niyetle paylaşılmış dahi olsa doğruluğu kanıtlanmamış bilgilerin dolaşımını hızlandırdı ve doğru ve yanlış bilgiyi ayırt etmemiz zorlaştığı için infodeminin yayılımına da katkı sağladı.

2.1.1. Yanlış Bilgileri Kim Paylaşıyor?

Tıpkı kalp ve solunum hastalıkları olan kişilerin koronavirüse karşı daha duyarlı ve korunmasız olması gibi yanlış bilgilere karşı da bizleri savunmasız kılan bazı özelliklerimiz var. Bazı kişiler yanlış bilgilere daha kolay inanırken bazıları daha az inanıyor, karşılaştığı şüpheli bilgiler karşısında daha temkinli davranabiliyor. Bazı psikolojik ve bilişsel özelliklerimiz ise hepimizin yanlış bilgilere karşı savunmasız olmasına kolaylaştırabiliyor. Peki yanlış bilgilere inanmamıza neden olan bu faktörler neler? Hangi özelliklerimiz bizleri yanlış bilgilere inanmaya ve onları paylaşmaya itiyor? Bu sorulara cevap aramak yanlış bilgilere neden inandığımızı anlamamıza ve onlardan kaçınmak için önlem almamıza yarayabilir. Bu bölümde ilk olarak yanlış bilgilere daha çok ve daha kolay inanan kişilerin özelliklerini inceleyeceğiz. Ardından hepimizin yanlış bilgilere karşı savunmasız olmamıza neden olabilecek bazı bilişsel ve psikolojik özelliklerimize değinerek yanlış bilgi sorununu daha detaylı bir biçimde ele almaya çalışacağız.

Demografik Faktörler

Yapılmış çalışmalar yanlış bilgiye inancın cinsiyet, yaş ve eğitim gibi demografik bazı faktörlerle ilişkili olduğunu gösteriyor. Örneğin kadınlar erkeklere göre yanlış bilgileri daha fazla paylaşıyor (Chen vd., 2015) ve yanlış bilgilerin toplumsal etkileri konusunda erkeklere göre daha fazla endişe duyuyorlar (Almenar vd., 2021). İleri yaştaki bireylerin de yanlış bilgilere daha fazla inandığı ve paylaştığına dair araştırmalar mevcut. Örneğin 2016 ABD seçimlerinde 65 yaş ve üstü kullanıcıların Twitter (Grinberg vd., 2019) ve Facebook’ta (Guess vd., 2019) diğer tüm yaş gruplarına kıyasla daha fazla yanlış bilgi paylaştıkları ortaya konmuş. Nitekim Donald Trump 2020 seçim kampanyasında Facebook reklam kampanyasının neredeyse yarısını 65 yaş ve üstü kullanıcıları hedefleyerek yürütmüştü. 2021 yılında ABD nüfusunun teknoloji kullanımında yaş faktörünü değerlendiren araştırmanın sonuçlarına göre, genç yetişkinler teknolojik yeniliklere daha hızlı uyum sağlayan grup olmayı sürdürseler de son 10 yılda 65 yaş ve üzeri grubun teknoloji kullanımında da ciddi bir artış görünüyor ve bu grup gençlerle arasındaki farkı azaltmaya başlamış durumda. Pehlivanoğlu ve arkadaşları (2020) Covid-19 döneminde yaptıkları çalışmada ise yalnızca çok ileri yaştaki bireylerin yaş faktörüne bağlı olarak yanlış bilgilere karşı savunmasız olduklarını söylüyorlar. Bu durumun sıklıkla yaşlıların bilişsel beceri kayıplarından kaynaklandığı düşünülse de aslında yaşlılar, daha genç olanlara kıyasla dijital medyaya yeni katıldıkları için manipüle edilmiş görseller, videolar veya ileri manipülasyon teknikleriyle karşılaştıklarında yanlış bilgilere karşı daha savunmasız kalıyorlar (Brashier & Schacter, 2020). Türkiye’de Covid-19 döneminde yaşlıların bilgi arayışlarını araştıran Binark ve arkadaşları (2020) yaşlı nüfusun yanlış bilgilere maruz kalmasının nedeninin bilişsel fonksiyon kayıplarından kaynaklı olmadığını; dijital sermayelerinin düşük, bilgiye erişim ve teyit etme becerilerinden yoksun olmasının nedeninin toplumsal eşitsizlikler olduğunu belirtiyor.

 

ÖNERİ – KENDİMİZİ DEĞERLENDİRELİM
Bu testi çözerek yaşlıların Covid-19 döneminde bilgiye erişim süreçleri hakkında bilgilerinizi ölçebilirsiniz.

 

ÖNERİ – OKUYALIM
Binark ve arkadaşları (2020) tarafından yürütülen “Covid-19 Sürecinde Yaşlıların Enformasyon Arayışı ve Enformasyon Değerlendirmesi” projesinin bulguları hakkında detaylı bilgiye ulaşmak için tıklayın.

 

Yanlış bilgilere inanç ile eğitim düzeyi arasında da ilişki olduğu söylenebilir. Yapılan çalışmalar eğitim düzeyi düşük olan kişilerin yanlış bilgilere daha çok inandığını gösteriyor. Örneğin bir çalışma, 60 yaş ve üzerinde olan ve üniversite eğitimi almayan kişilerin, daha genç ve eğitimlilere kıyasla Whatsapp’tan aldıkları bilgilerin doğruluğunu daha az kontrol ettiklerini ortaya koyuyor (Dora-Olivia, 2020). Resmî eğitimin dışında bireylerin medya sistemi hakkında bilinçlenmeleri, dijital sosyal medya platformları nasıl kullanacaklarını ve bu platformların nasıl çalıştığını bilmeleri yanlış bilgilere karşı direnç oluşturmakta önemli faktörler. “Çeşitli biçimlerde mesajlara erişme, analiz etme, değerlendirme ve oluşturma yeteneği” olarak tanımlanan (Livingstone, 2004, s. 5) medya okuryazarlığı düzeyinin yüksek olması, bireylerin yanlış bilgilere karşı dayanıklılığını artırıyor. Medya okuryazarlığı düzeyinin yüksek olması, karşılaşılan bilgilere şüpheyle yaklaşılmasını, teyit etme beceri ve davranışlarını ve yanlış ve doğru bilgiyi ayırt etme kabiliyetlerini geliştiriyor. Medya okuryazarlığının yanı sıra metin, ses, görüntü, video içerikleri ve sosyal medya ile kurulan etkileşimde, manipülasyon içeren bilgileri ayırt etmek için ise dijital medya okuryazarlığının önemi oldukça yüksek (Guess vd., 2020). Birçok kişi yetkili veya güvenilir bir kaynaktan gelen bir bilginin gerçek olup olmadığını tespit edecek bilgiden yoksun. Buradan hareketle de hem çeşitli yaş gruplarını ve farklı eğitim düzeylerini hem de farklı sosyo-ekonomik koşullara sahip sınıfları kapsayan dijital medya okuryazarlık seviyesinin artırılması için yapılacak çalışmalara, yürütülecek eğitimlere duyulan ihtiyaç gün geçtikçe artıyor.

Covid-19 ile ilgili yayılan yanlış bilgiler ve komplo teorileri karşısında direnç kazanmak için ihtiyaç duyulan bir başka yetkinlik alanı ise sağlık okuryazarlığı olarak karşımıza çıkıyor. Sağlık Bakanlığı, sağlık okuryazarlığını “bireylerin sağlıkla ilgili bilgilere ulaşması, bu bilgileri anlaması ve bu bilgileri sağlıkla ilgili kararlarında kullanabilmesi için gerekli olan zihinsel ve sosyal beceriler” olarak tanımlıyor. Bakanlığın Türkiye genelinde yaptığı araştırmada 10 kişiden 7’sinin sağlık okuryazarlığı düzeyinin düşük olduğu tespit edilmiş. Sağlık okuryazarlığı düzeyinin düşük olması bireylerin kronik hastalıklara yakalanma riskini de artırıyor. Bununla beraber, sağlık okuryazarlığı seviyesinin düşük olması, bireylerin sağlıkla ilgili yanlış kararlar almalarına da neden oluyor. Sağlık okuryazarlığı üzerine yapılan çalışmalarda eğitim düzeyi düşük olanların, sağlık sistemine güvenmeyenlerin, alternatif tıbba yönelik olumlu tutumlara sahip olanların ve sağlık okuryazarlığı düzeyi düşük olanların sağlıkla ilgili yanlış bilgilere daha çok inandıklarını görülüyor (Okan vd., 2020; Scherer vd., 2021).

Covid-19 pandemisi döneminde yapılan bir diğer çalışma ise Ocak-Nisan 2020 ayları arasında sosyal medyada koronavirüs ile ilgili yayılan yanlış tedavi yöntemleri nedeniyle dünyada 5.800 kişinin hastaneye kaldırıldığını, 60 kişinin kör olduğunu ve yaklaşık 800 kişinin hayatını kaybettiğini gösteriyor (Islam vd., 2020). Türkiye’de de salgının ilk dönemlerinde koronavirüsten korunmak için saf alkol içen 30 kişi ölmüştü. Bu örnekler, pandemi gibi kriz dönemlerinde oluşan infodeminin, bireyleri sağlık konusunda yanlış ve hatta ölümcül kararlar almaya iten olumsuz etkilerine işaret ediyor. Sağlık okuryazarlığı düzeyi düşük olan bireyler, hem kendi sağlıklarına hem de kamu sağlığına tehdit oluşturan bilgilere inanma eğilimi gösterirken, bu durum geri dönülemez sonuçlar yaratabiliyor.

 

ÖNERİ – İZLEYELİM
Sağlık okuryazarlığı hakkında bilgi edinmek için Halk Sağlığı Uzmanı ve Türk Tabipleri Birliği üyesi Sibel Sakarya’nın İnfodemi Eğitimi’nde yer alan Sağlık Okuryazarlığı başlıklı videosunu izleyebilirsiniz.

 

Kurumlara Güven Düzeyi ve Yanlış Bilgi İlişkisi

Sağlık ve bilim alanındaki bilgilerin basitleştirilerek, toplumsal, siyasi ve ekonomik çerçeveler içerisinde ve sıklıkla dış güçlere referansla yapılan analizlere indirgenmesi ve bunların ana akım medyada uzman olmayan kişilerce tartışılması hem komplo teorilerinin hem de yanlış bilgilerin toplum içerisinde yaygınlaşmasına zemin oluşturuyor. Bu aktörler çoğu zaman yanlış bilgileri kasıtlı bir şekilde yayıyorlar. Bazen çeşitli ilaçlar satarak para kazanmak, ünlü olmak ya da basitçe bir konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan açıklama yapmak yanlış yönlendirmelere sebebiyet veriyor ve buna maruz kalan insanların sağlıkla ilgili yanlış kararlar almalarına neden oluyor. Bu durum aynı zamanda bir sarmala dönüşerek bilim karşıtlığını artırıyor. Pandeminin ilk dönemlerinde Türkiye’de, uzman olan veya olmayan pek çok kişinin koronavirüs hakkında yorumlar yaptığına, geleneksel ve dijital medya üzerinden bu bilgilerin yayıldığına şahit olduk. Bunlardan bazıları, örneğin Türk geninin koronavirüse karşı dayanıklı olduğu bu nedenle Türkiye’de salgın yaşanmayacağı gibi bilimsel dayanağı olmayan iddialar, o dönemde yaşanan belirsizlik ve endişe ortamında büyük ilgi gördü, televizyon kanallarına taşındı. Koronavirüs hakkındaki bilgimizin henüz kısıtlı olduğu ve bilimsel açıklamaların yaygınlaşmadığı o dönemde basit, net ve herkes tarafından anlaşılır bir biçimde ortaya atılan yanlış iddialar, pek çok kişi tarafından inandırıcı bulundu, kabul gördü. Ancak, tıpkı bilim insanı statüsünde görülen kişilerin bu yöndeki asılsız açıklamalarının kısa süre sonra yanlış olduğunun ortaya çıkması, toplum içerisinde bilime duyulan güvenin sarsılmasına neden olabiliyor. Bu oldukça riskli ve halk sağlığı için tehlike arz eden bir durum çünkü bu güvensizlik hali bireyleri yanlış kararlar almaya itebiliyor. Öte yandan bilime ve bilimsel bilgiye duyulan güvenin yüksek olması, yanlış bilgilere karşı inancı düşürüyor ve önleyici sağlık tedbirlerinin alınmasını sağlıyor (Agley vd., 2021).

Halk sağlığı uzmanları, özellikle pandemi gibi halk sağlığına tehdit oluşturan durumlarda, tedbirlere uyum düzeyinin yüksek olmasının önemine vurgu yapıyor. Pandemi döneminde doğru bilgi almak ve önlemlere uymak konusunda kurumlar kilit rol oynuyor. Özellikle toplumsal, siyasal, ekonomik ve sağlıkla ilgili kriz dönemlerinde yanlış bilgiler oldukça hızlı yayılıyor (Chen vd., 2015). Bu dönemlerde de doğru bilgi sağlayan ve bireyleri önlem almaya yönlendiren bilimsel ve siyasi kurumlar önemli rol oynuyor. Bu kurumlara ve onların ürettikleri bilgiye olan güvenin azalması yanlış bilgilerin yayılmasını hızlandırıyor (S. Bradshaw & Howard, 2018; Ognyanova vd., 2020). Bireylerin yönlendirme aradığı bu dönemlerde kurumların şeffaf olmaması, birbirleriyle ve hatta kendileriyle çelişen açıklamalar yapmaları kurumlara yönelik güveni azaltıyor. Örneğin pandemi döneminde hükümetlerin ve bilimsel kuruluşların açıklamalarını düşünelim. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın pandeminin ilerleyen dönemlerinde hasta ve vaka tanımlamalarındaki ayrımı toplumda kafa karışıklığı yarattı. Benzer şekilde Dünya Sağlık Örgütü de maske takmanın koronavirüsün yayılmasına karşı bir faydasının bulunmadığını ve koronavirüs hastalığı olmayanların maske takmasının ek riskler getirebileceğini söylemişti. Siyasal ve bilimsel kurumların şeffaf olmayan ve halkın kafasında soru işaretleri oluşmasına neden olan açıklamaları onların gelecekte yapacağı açıklamalara, önlem uyarılarına yönelik duyulan güvenin azalmasına neden oluyor. Eksik açıklamaların arkasında halktan gizlendiğine inanılan bazı nedenler olduğu düşünülüyor, bunların arkasında gizli güçler aranıyor. Bu durum da komplo teorilerine uygun zemin hazırlıyor. Koronavirüs ile ilgili komplo teorilerinin artması ise kurumlara yönelik güveni daha da azaltıyor (Pummerer vd., 2021) ve bu da önyargıları artırarak sosyal gruplar arasındaki ilişkiye zarar veriyor ve kutuplaştırmayı artırıyor (van Prooijen vd., 2022).

Sahte haberlerin ve yanlış bilgilerin yayılmasına neden olan bir diğer faktör de medyaya güvenin azalması. Bu aynı zamanda bir sarmal oluşturuyor: Sahte haberlerin daha fazla yayılması medyaya güveni azaltıyor, azalan bu güven yanlış bilgilerin, komplo teorilerinin daha fazla yayılmasına neden oluyor (Ognyanova vd., 2020). Pandemi döneminde en güvenilir haber alma kaynakları arasında medya kuruluşlarının olması medyaya olan güveni artırsa da (Newman vd., 2021) özellikle 2016 ABD seçimlerinde Trump’ın medyaya yönelik söylemleri ve sahte haber suçlamaları, medyaya yönelik güvenin düşmesine ve gelecek krizler karşısında toplumların yanlış bilgilere karşı daha savunmasız kalmasına neden oluyor.

Demografik farklılıklar, siyasal ve bilimsel kurumlara ve medyaya güven gibi faktörler bize kimlerin, hangi durumlarda yanlış bilgileri doğru bilgilerden ayırt etmekte daha çok zorlandığına dair bazı veriler sunuyor. Fakat bunlar, bazı insanların kendilerine bilimsel kanıtlar sunulduktan sonra dahi yanlış bilgilere neden inanmaya devam ettiğini veya neden hepimizin yanlış bilgilere inanma ihtimalimiz olduğunu açıklamak için yeterli değil. Yanlış bilgiler sadece sosyal medyada daha az tecrübeli yaşlıları, eğitim seviyesi düşük olanları veya kurumlara ve medyaya güven düzeyi düşük olan bireyleri etkilemiyor. Yanlış bilgiler tüm toplumu tehdit eden bir sorun haline geliyor. Her bireyin yanlış bilgilere inanıp inanmama veya onları paylaşıp paylaşmama kararları çoğunlukla anlık olarak gerçekleşiyor ve çeşitli bilişsel-psikolojik faktörlerden etkileniyor.

2.1.2. Yanlış Bilgilere Neden İnanırız?

Arkadaşlarınızla üniversitenizin koridorunda yürüdüğünüzü düşünün. Aniden insanlar sağa-sola kaçışmaya başlıyor ve panik halinde bir çıkış kapısı arıyorlar. Ne yaparsınız? Elinizdeki tek bilgi insanların aniden kaçmaya başlamasıdır. Bu bilgiyle ve geçmiş deneyimlerimizle, aniden kaçıştığını gördüğümüz insanların bunu neden yaptıklarını düşünürüz. Genellikle bu durumu, insanların kötü bir şeyler olduğunu düşündükleri ve muhtemelen bizim de kaçmamız gerektiği şeklinde yorumlarız. Yanılmış olabilir miyiz? Evet. Ancak emin olduğumuz bir nokta vardır ki insanların panik halinde kaçışması bizi endişe ve korkuya sürükler.

Koronavirüs salgını da insanları belirsizliğin arttığı bir ortamda korku ve endişe gibi duygulara sürükledi (Bavel vd., 2020). Korkan kişiler de kaç-savaş-don tepkilerinden birine yönelir. Bu tepkiler, tehlikeden kaçmak ya da onunla mücadele etmek gibi farklı davranışlara dönüşüyor. Bu dönemlerde tamamıyla hayatta kalmaya odaklanmaya ve diğer tüm unsurları yok saymaya meyilli olabiliyoruz (Erdoğan, 2019). Maalesef korku ve endişe gibi duyguların yoğun yaşandığı bu durumlarda, korkularımızı gideren, önümüze basit bir anlatımla sunulan yanlış bilgiye inanmak, karmaşık şekilde aktarılan doğru bilgiye yönelmekten daha kolay gelebilir (Martel vd., 2020). Korku, hayatta kalmamızı sağlayan en güçlü duygulardan biri olsa da Covid-19 pandemisinde infodeminin oluşmasında neden olan faktörlerin de başında geldi (Salvi vd., 2021). Pandemide yaşadığımız korku, bizleri hızlı bir biçimde virüs ve hastalığa yakalanmamak için yapılması gerekenler hakkında bilgi arayışına itti ve bu bilgiler, doğru veya yanlışlığı fark edilmeden hızla paylaşıldı. Böylelikle bizler doğruluğu kanıtlanmamış bilgilere inanmaya, kısa vadeli de olsa çözüm yolları sunan açıklamalar bulma arayışına, kendimizin ve sevdiklerimizin güvende olduğuna bizi ikna eden fikirleri benimsemeye yatkın hale getirdi. Hal böyle olunca infodeminin oluşmasına neden olan yüksek bilgi hacmi karşısında savunmasız kaldık ve yanlış bilgileri sorgulamakta zorlanır hale geldik (Salvi vd., 2021).

 

DÜŞÜNELİM
Covid-19 döneminde önce doğru olduğuna inandığınız sonradan yanlışlanan bilgiler oldu mu? Hangi duyguların bizi bu bilgilere inanmaya ittiğini düşünelim.

 

Kriz dönemlerinin yanı sıra genel çerçevede yanlış bilgilere karşı savunmasız olmamıza neden olan bazı bilişsel özelliklerimiz var. Bu özelliklerimiz bir bilgiyle karşılaştığımızda onu kabul etmemize veya reddetmemize neden oluyor. Bu bilgi doğru olduğuna inandığım bilgilerle uyuşuyor mu? Bu bilgi tutarlı mı? Bilgi güvenilir kaynaktan mı geliyor? (Lewandowsky vd., 2012). Bu sorulara cevap aramak yanlış bilgilere inanmamıza neden olan bilişsel özellikleri incelememize yardımcı olabilir.

Bir yandan kendi dünya görüşümüzle uyumlu bilgileri aramaya ve bunlara inanmaya, diğer yandan kendi dünya görüşümüzle uyumlu olmayan bilgilerden kaçınmaya eğilimliyiz. Bilişsel uyumsuzluk adı verilen bu durum, bireylerin sahip oldukları inançları yanlışlayan ya da inançlarına zıt bilgilerle karşılaştıklarında veya eylemleriyle inançları çeliştiğinde huzursuzluğa ve gerginliğe neden oluyor (Festinger, 1957). Bireyler de bu uyumsuzluktan kaçınmak için sezgisel olarak kendi dünya görüşleri ile uyumlu fikirleri savunan kişileri veya medya kanallarını takip ediyor ve bir bakıma kendilerini doğrulamanın yolunu seçmiş oluyor. Seçici maruz kalma olarak adlandırabileceğimiz bu durumda bireyler kendi görüşlerine uymayan bilgi kaynaklarına karşı ön yargılı oluyor ve onları reddediyor (Sears & Freedman, 1967). Sürekli aynı gazeteyi almak da sosyal medya platformlarında kendimizinkine benzer görüşlere sahip kişileri takip etmemiz de seçici maruz kalmanın bir sonucu. Bu durum sahip olduğumuz inançlarla çelişen ancak doğru olan bilgileri reddetmemize neden oluyor (Taddicken & Wolff, 2020). Hatta araştırmalar sosyal medya kullanıcılarının var olan inançlarıyla uyumlu olan bilgileri, onların yanlış oldukları ortaya konmuş olsa dahi, daha güvenilir bulduklarını gösteriyor (Bakshy vd., 2015; Moravec vd., 2018).

 

ÖNERİ-İZLEYELİM
Bilişsel uyumsuzluk hakkında daha detaylı bilgi için KhanAcademyTürkçe tarafından hazırlanan “Bilişsel Ahenksizlik” başlıklı videoyu izleyebilirsiniz.

 

Bir adım daha ileri gidecek olursak, bireyler karşılaştıkları bilgileri kendi ideolojik konumlarına ve kendilerini tanımladıkları siyasal ve sosyal kimliklere göre değişen şekillerde değerlendiriyor. Bu yaklaşıma göre bir bilginin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu ayırt edemememizin nedeni siyasi motivasyonlarımız olabilir. Güdülenmiş düşünce adı verilen bu yaklaşıma göre yeni bir bilgiyle karşılaştığımızda o bilgiyi kendi dünya görüşümüzle uyumlu hale getirmeye çalışıyor ve bilgiyi çarpıtabiliyoruz. Kunda (1990) bizlerin hangi sonuca varmak istiyorsak genellikle oraya ulaştığımızı, fakat bunu yapabilme becerimizin, o sonuca varmak için üreteceğimiz mantıklı gerekçelere bağlı olduğunu söylüyor. Van Bavel ve Pereira’ya (2018) göre ise, bireyler siyasi kimliklerine duydukları sadakati korumanın gerçek bilgiye erişmekten daha önemli olduğunu düşünüyor. Örneğin iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğu konusunda bilimsel olarak fikir birliği olmasına rağmen bunun doğru olmadığını savunan ya da iklim değişikliğini inkâr eden görüşler hâlâ var. Üstelik iklim değişikliğine yönelik inanç ve tutumlar kutuplaşmaya yol açabiliyor (Bayes & Druckman, 2021). İklim değişikliği inkarcısı birine, sera gazı salınımlarından kaynaklı olarak küresel sıcaklıkların arttığını söylediğinizi varsayalım. Bu kişi iklim değişikliğine inanmadığı için size geçen kışın çok soğuk olduğunu ve bu nedenle küresel ısınmanın gerçek olmadığını söyleyebilir. Bu durumda güdülenmiş düşünce, bireyleri mevcut görüşlerine daha sıkı sarılmaya ve gelen bilgileri de bu görüşlere göre değerlendirilmeye yöneltir. Dünya görüşü ve toplumsal konular hakkındaki görüşlerin yanlış bilgi içermesi söz konusu olduğunda, bu konular hakkında üretilmiş bilimsel bilgilerden yararlanmak, kanıtlar sunmak ve veriler üzerinden tartışma yürütmek faydalı bir yaklaşım olabilir. Ancak bu noktada da yine bazı psikolojik faktörler devreye girebiliyor ve rasyonelliğin göz ardı edilmesine sebep oluyor.

 

DÜŞÜNELİM
Sosyal medyada bir konu hakkında yayılan yanlış bilgi hakkında yürütülen doğrulama çalışmalarını ve bu çalışmalardan elde edilen verilerin, o yanlış bilgiye yayan veya inanan kişiye sunularak kişinin ikna edilebilmesi üzerine düşünelim. Veriler her zaman ikna eder mi? Bilgiyi üretenin bilgi üzerinde etkisi var mıdır? 

 

Siyasi ve sosyal alanlarda yayılan yanlış bilgilere üzerine yapılan doğrulamaları inceleyen Nyhan ve Reifler (2010) ise, doğrulama çalışmalarının bazı durumlarda bireylerin yanlış bilgilere yönelik inancını azaltmadığını, aksine artırdığını öne sürüyorlar. Geri tepme etkisi olarak adlandırılan bu duruma göre bireyler doğrulamanın taraflı ve hatalı olduğunu düşünüyor, doğrulama yapan kişiye güven duymuyor ve kendi yanlış görüşlerine daha sıkı sarılıyorlar; böylece bu düzeltmeler geri tepiyor. Ancak yakın dönemde yapılan çalışmalar geri tepmenin bir “norm” değil, istisna olduğunu gösteriyor ve yanlış bilgiler yayıldıktan sonra çürütmenin yanlış bilgilere yönelik inancı azalttığını gösteriyor (Swire vd., 2017; Nyhan vd., 2019; Schmid & Betsch, 2019; Wood & Porter, 2019; Swire-Thompson vd., 2020).

Güdülenmiş düşünce yaklaşımı bazı durumlarda geçerli olsa da yanlış bilgilere yönelik inancı tam olarak açıklamıyor. Üstelik, bu yaklaşım bizleri yanlış bilgilere karşı çaresizliğe sürükleyebilir ve müdahale alanlarını kısıtlayabilir. Buna karşın bireylerin yanlış bilgilerle sezgisel mi yoksa analitik mi yaklaştıklarını incelemek bazı önlemler almamız için kapı arayabilir.

Daha önce de kısaca aktardığımız ikili süreç teorisi, karşılaştığımız olaylara veya sorunlara nasıl tepki vereceğimiz ile ilgili iki temel düşünce yapısına sahip olduğumuzu söyler. Onlara hızlıca cevap mı vereceğiz yoksa cevap vermeden önce durup düşünecek miyiz? Bu yaklaşıma göre iki sistemin becerileri birbirinden farklıdır; bunlar aynı zamanda iç içe geçen yapılardır. En basit haliyle Sistem 1 düşünme sezgisel ve otomatiktir; hızlı işler. Sistem 2 ise analitik ve çaba gerektiren zihinsel işlemler gerektirir. Sistem 1 düşünme bir cismin diğerinden uzakta olduğunu tespit etmek, kızgın bir yüz ifadesi gördüğümüzde onu hissetmek, basit cümleleri anlamak, birden gelen sesin kaynağına bakmak gibi doğal dürtüleri kapsar. Bunlar bir yönüyle reflekstir ve pek de çaba gerektirmezler. Sistem 2 ise dikkat kesilmemiz gereken durumlarla karşılaştığımızda devreye girer. Bir evin metrekaresini hesaplamak, araba park etmek, bütçe hesabı yapmak gibi durumlarda zihinsel olarak çaba sarf ederiz. Bu çabayı sarf etmediğimizde performansımız düşebilir veya başarısız olabiliriz. İkili düşünme sistemine göre karşılaştığımız bir durum hangi sistemin uzmanlık alanına giriyorsa o sistem devreye giriyor (Kahneman, 2015, ss. 26-29). Ancak bilişsel cimrilik olarak adlandırılan bir özelliğimiz daha var ki, bu özellik sorunları çözerken daha az düşünmemize, daha az çaba harcayacağımız kestirme yollar bulmamıza neden oluyor. Çok fazla düşünme zahmetine girmeden, kolay çıkış yolları bulmaya meyilliyiz.  Sistem 1’in devrede olduğu bu durum, muhakeme yapma eğilimini zayıflatırken; örneğin sosyal medya gibi hızla değişen, yoğun ve dinamik bir ortamda, karşılaştığımız yanlış bilgilere daha kolay inanmamıza, sorgulama yapmaktan kaçınmamıza neden oluyor.

Güdülenmiş düşüncenin ve siyasi motivasyonların yanlış bilgilere karşı savunmasız olmamızı açıklamakta yetersiz olduğunu düşünen Pennycook ve Rand (2019, 2020, 2021) yanlış bilgilere hangi düşünce yapısıyla yaklaşanların daha çok maruz kalabileceğini araştırıyor. Bireylerin analitik mi yoksa sezgisel mi düşündüklerini Bilişsel Yansıtma Testi (Cognitive Reflection Test) kullanarak ölçüyorlar. Yapılan araştırma sonucunda Bilişsel Yansıtma Testinde yüksek puan alan katılımcıların az puan alan katılımcılara göre sahte haberleri tespit edebildikleri ortaya konmuş. Üstelik bu çalışmada, güdülenmiş düşünce ve siyasi sadakati koruma yaklaşımlarının aksine, bilişsel kapasiteleri yüksek bireylerin siyasi ideolojileriyle uyumlu olsa dahi sahte haberleri gerçek haberlerden ayırabildikleri görülmüş. Başka bir deyişle insanların sahte haberlere aldanmalarının sebebi, sahip oldukları siyasal ve sosyal kimlikleri korumak veya bilgileri düşünceleriyle uyumlu hale getirmeleri değil, basitçe “üzerine düşünmemeleri”. Daha sezgisel karar veren, haberleri düşünmeden inceleyen bireyler sahte haberlere daha çok inanıyor. Buna paralel olarak Bilişsel Yansıtma Testinde yüksek puan alan Twitter kullanıcılarının takip ettikleri hesap türleri, sayıları ve paylaştıkları haberler göz önüne alındığında, bu kişilerin daha güvenilir kaynakları tercih ettikleri ve sosyal medya kullanımlarında seçici oldukları görülüyor (Mosleh vd., 2021).

 

ÖNERİ – KENDİMİZİ DEĞERLENDİRELİM
Bilişsel Yansıtma Testinde bireylerin akıllarına gelen ilk yanıtı baskılayıp doğru yanıtı arama kapasitelerinin ne düzeyde olduğu bulmak için katılımcılara 3 soru soruluyor. Teste ulaşmak ve kendi sonucunuzu görmek için tıklayınız.

 

Biz de 2020 yılında infodeminin bireysel belirleyicilerini anlamak üzere yürüttüğümüz TÜBİTAK araştırmamızda aynı bilişsel yansıtma testini katılımcılarımıza uygulamıştık. Elde ettiğimiz veriler genel olarak oldukça düşüktü ancak yine de katılımcılar arasında başarı düzeyini belirleyen demografik özellik eğitim düzeyi idi. Eğitim düzeyi artıkça testteki sorulara doğru yanıt verme oranı arttı. Öğrencilerin verdikleri ortalama yanıt sayısının diğer katılımcılara göre yüksek olması, daha yüksek bilişsel kapasiteye sahip olanların komplo teorilerine inanma düzeylerinin düşük olması da elde ettiğimiz diğer bulgular arasında (İnfodemiyle Etkin Mücadele, 2020).

 

 Şekil 2.1: Bilişsel Yansıtma Testi (Doğru yanıt verenlerin oranı) (İnfodemiyle Etkin Mücadele, 2020)

 

Pennycook ve arkadaşlarının (2020) insanların koronavirüs ile ilgili yanlış ve doğru haberlere neden inandıklarını ve paylaştıklarını inceledikleri çalışması da benzer sonuçlara ulaşıyor. Bilimsel bilgilere daha sezgisel yaklaşan ve bilimsel konularda daha az bilgili olan insanlar koronavirüs hakkında yayılan yanlış bilgilere daha çok inanıyor ve daha çok paylaşıyor. Bunun yanı sıra insanlar koronavirüs ile ilgili haberleri paylaşırken onların doğru olup olmadığını sorgulamıyor. Ancak bireyleri herhangi bir haberle karşılaşmadan önce koronavirüs ile ilgili olmayan bir haberin doğru olup olmadığını düşünmeye sevk ettiklerinde, daha sonra karşılaştıkları koronavirüs ile ilgili paylaşılan haberlerin yanlış olduğunu ayırt etmede artış olduğunu gözlemlediler (Pennycook vd., 2020, 2021).

Bireylerin yanlış bilgilere inanma nedeninin bilişsel kapasitelerindeki eksiklikten kaynaklanması, bize eleştirel düşünme ve medya okuryazarlığı gibi eğitimlerin de yanlış bilgi sorununa karşı etkin çözümler sunabileceğini gösteriyor. Önemli ölçüde, analitik düşünme ve bilimsel yenilikler sonucunda ortaya çıkan internet ve sosyal medya, biz kullanıcıları sezgisel düşünmeye yönlendirmesi de dikkat çekici bir tezat oluşturuyor. Ancak şunu vurgulamak gerekir: İkili süreç teorisi analitik düşünme yoluyla yanlış sezgileri ortadan kalktığını önerse de bu önerme analitik düşünmenin her zaman doğru, sezgisel düşünmenin ise her zaman yanlış olduğu anlamına gelmemeli.

Buradan hareketle sosyal medyada birçok kaynağın yanlış bilgi üretebileceği gerçeğini hatırlayarak, karşılaştığımız bilgilere şüpheyle yaklaşmanın ve paylaşmadan önce durup-düşünmenin yanlış bilgilere maruz kalmamızı önleyebileceğini ifade etmek önemli (Pennycook & Rand, 2021). Bu aynı zamanda bilgi akışını ve toplam bilgi hacmini de azaltacağı için yanlış bilgilerin yayılmasını da engelleyebilir. Bu konuda bazı sosyal medya platformları da çeşitli uygulamalar ortaya koyuyor. Örneğin Twitter, bir içeriği okumadan retweet etmek istediğinizde sizi uyarıyor. Sosyal medya platformlarında paylaşılan bilginin doğruluğunu sorgulamaya yönelik bu ve benzer müdahaleler, kullanıcıların yanlış bilgi konusunda farkındalığını artırabilir. Fakat sosyal medya platform mimarilerinin kullanıcıları hızlı karar vermeye ve kısayollar kullanmaya teşvik eden yapısının yanlış bilgiyle mücadele konusunda aşılması gereken engellerin de başında geldiğini akılda tutmakta fayda var.

Anlık kararlar verirken genellikle tüm değişkenleri, getirilerini veya zararlarını kâr-zarar analizine tabii tutup, detaylı düşünüp de karar veremiyoruz. Hızlı karar verebilmek için bazı kısayollar kullanıyoruz. Belirsizlik durumlarında olayların olma ihtimaline (temsililik), gündelik kararlar alırken o anda aklımıza gelen bilgilere (görünürlük) ya da zihnimizde oluşan nicel seviyelere (çıpa) güveniyoruz (Tversky & Kahneman, 1974). Karşılaştığımız bilgileri incelemek, analiz etmek ve detaylıca düşünmek için genellikle yeterli vaktimiz yok. Bu kısayollar bize oldukça ekonomik ve çoğu zaman işe yarar geliyor. İnternetteki bilgi çokluğu da bizi bu kısayollara başvurmaya itiyor. Ancak bu durum sıklıkla yanlış kararlar vermemize de neden oluyor. Örneğin, önceden sahte haberlere maruz kalmış olmamız sonraki dönemlerde de sahte haberlere inanma ihtimalimizi artırıyor. Basit bir şekilde bir bilgiyi kolayca işleyebiliyorsak, yani daha önce ona aşinaysak, onun doğru olduğunu kabul etmemiz daha olası oluyor. Bu aşinalığı sağlayan en önemli faktör ise tekrar (Lewandowsky vd., 2012).

 

ÖNERİ – İZLEYELİM
Daniel Kahneman’ın Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabı (2015) üzerine hazırlanan animasyonu izleyebilirsiniz.

 

Sosyal medya platformlarının mimarileri de bunu hedefliyor. İnsanların paylaşacakları şeyler üzerine uzun uzun düşünmek yerine aniden, hızlı biçimde ve çok sayıda paylaşım yapabiliyor olması, platformların kullanımını artırıyor. Öte yandan tüm sosyal medya platformları kullanıcılara, zaman akışlarında her gönderinin kaç kez beğenildiğini ve kaç kez paylaşıldığını gösteriyor. Paylaşımlara verilen sosyal geri bildirimler sosyal medya kullanıcılarını yanlış bilgilere karşı savunmasız hale getiriyor (Avram vd., 2020). Bilişsel kısa yollarımız daha fazla paylaşılan ve beğeni alan gönderilerin daha güvenilir bilgiler olarak değerlendirilmesine neden oluyor. Örneğin, 2021 yılı yaz aylarında Türkiye’nin batı ve güney bölgelerinde çıkan yangınlar sırasında sosyal medyada pek çok görsel, metin ve video dolaşıma sokuldu. Toplumun endişe ve panik içerisinde takip ettiği yangın haberleri karşısında siyasi kutuplaşmanın da etkisiyle yetkili kurumlar konusunda da çeşitli bilgiler yayıldı. O dönemde sosyal medyada yayılan bu görselin doğru olduğuna inanan çok kişi oldu. Bu kişiler kendisinin ve yakın çevresinin önyargı ve siyasi görüşleriyle de uyumlu gördüğü bu görseli paylaştı ve yaydı. Daha sonra çarpıtma ve benzeri yöntemler ile üretildiği ortaya çıkarılmış olsa da bu iddia bir süre sosyal medyanın gündeminde yer buldu. Yangınlar ile aynı dönemde Türkiye’ye gelen Afganlar hakkında dolaşıma sokulan bazı görsel ve videolar ise, göçmen karşıtlığı içeren söylemlerin yayılmasına ve kutuplaşmanın artmasına sebep olmuştu. Bu ve benzer pek çok örnek daha çok paylaşılan, yorum alan içeriklerin daha güvenilir kabul edilmesine böylelikle bireylerin önemli konularda yanlış değerlendirmeler yapmasına neden olabiliyor.

Yanlış bilgiler genellikle şok edici başlıklardan oluşur, bireylerde korku ve öfke gibi duyguları uyandırmaya çalışır. Sansasyonel, bizlerde duygusal tepkilere yol açan içerikleri daha kolay hatırlarız. Haberlerin içerisinde yer alan bilginin sıradan olmaması, bizi şaşırtması akılda kalıcılığı da artırıyor. Bu da bir bakıma yanlış bilgilere aşinalık kazandırarak gelecekteki yanlış bilgilere de inanmamıza yol açıyor. Sahte haberlerle karşılaştığında anlık duygusal tepkilerin verilmesi (pozitif veya negatif) gerçek ve sahte haberler arasında ayrım yapmayı zorlaştırıyor. Duygusal duygusal tepkiler verilmesine neden olacak uyarıcıların verilmesi sahte haberlere inancı daha da artırıyor (Martel vd., 2020). Bununla beraber, Twitter’da yayılan sahte haberlere yönelik verilen cevaplar korku, iğrenme ve şaşırma gibi duyguları, doğru içeriklere gelen cevaplar ise üzüntü, sevinç ve güven gibi duyguları tetikliyor (Vosoughi vd., 2018). Herhangi bir haber, metin, görsel, video oluşturan kişi ya da kurumların bizlerde duygusal tepkiler uyandırmayı amaçladıklarını unutmamız gerekir. Bu içerikler ile ne yapacağımıza yine biz karar veriyoruz. Ona inanacak mıyız? Paylaşacak mıyız? Bir bilgiyle karşılaştığımızda onu paylaşıp paylaşmama kararını düşünmek gerçekten de bilgi ekosisteminde yanlış bilgilerin yayılmasını engelleyebilir. Örneğin manşetler sıklıkla bizlerde merak uyandırmayı amaçlıyor. Bu manşeti oluşturan kişinin amacı daha fazla reklam geliri elde etmek için sizin dikkatinizi kazanmak ve daha fazla etkileşim almak olabilir. Böyle bir manşetle karşılaştığımızda, manşeti oluşturanın neyi amaçladığını düşünmek yanlış bilgilerin yayılmasını önlemek için faydalı bir yöntem.

Yanlış bilgilere yönelik zayıflıklarımızın farkına varmak, onların üzerine düşünmek, bilişsel süreçlerin nasıl işlediğini anlamak bizlere zarar veren yanlış bilgilerden korunmamızı sağlayabilir. Ancak, kötü haber ise bu tespitleri bilen sadece bizler değiliz. Sosyal medya platformları ya da dezenformasyon kampanyası yürüten aktörler yanlış bilgilere karşı sahip olduğumuz bilişsel zaafların farkındalar. Sosyal medya platformlarının algoritmaları çoğunlukla psikolojik faktörleri değerlendiriyor, dezenformasyon kampanyası yürüten aktörler mesajlarını basit, akılda kalıcı ve bizde korku, endişe ve öfke duygularını tetikleyecek şekilde hazırlıyorlar. Bir sonraki bölümde ele alacağımız medya sistemlerini anlamak, bizlerin yanlış bilgilere karşı daha dayanıklı olmamıza yardımcı olabilir.